29 Aralık 2013

İlkler Özeldir: İlk Küfür

Her şeyin ilki özeldir derler. Öyle ki insanlar irdelenen konudaki ilk anılarını unutmazlar genelde. İlk sevgiliden ilk araba kullanma deneyimine kadar her şeyin ilki anlamlı gibidir insanlar için, hiçbir vasfı olmamasına rağmen. Böylesine gereksiz bir konuya yaptığım açılış, bir o kadar gereksiz bir anımla devamını sağlayacak.

Kayda değer anlamda ilk küfrümü, ortaokulda yapmıştım galiba. Ya Cumartesi ya da Pazar günüydü, yani haftasonuydu. Tatil günüydü. Sabahın sekiz buçuğu filandır taş çatlasa, uyuyordum. Zaten ben ortaokuldayken gece yarısı olmadan yatar öğleden sonra kalkardım, hayvan gibi uyurdum.

Neyse babam girdi odama uyandırıyor beni. Bir bak bir şey soracağım, bir şey göstereceğim bilmem ne yapacağım. Gözlerimi bile açamamıştım ne var diye sormuştum, elinde bir oda parfümü sıkıyor odama.
"Bak oda parfümü aldım, beğendin mi?"
Sabahın köründe aklıma takılan tek şeydi zaten bir oda parfümüm olsa da rahatlasam. Uyku sersemliği falan işte cevap vermiyorum ama o da zorluyor iyice uykusu dağılsın da yataktan çıksın diye. Amacını bile hiçbir zaman öğrenemedim. Baktım uyumaklar haram olmuş, tekrar uyuyakalmam mümkün değil küfretmiştim ama refleksi bile desem yeridir. O güne kadar hiç zorda kaldığımda küfrederek bir çözüm üretmeye çalışmak aklıma gelmezdi. Babam da duyduklarının şaşkınlığıyla bir an küçük dilini yuttu, bir şey diyemedi. Sonra oda parfümünü masanın üzerine bırakıp odadan çıktı. Hayret bir şey.

Babam sağ olsun, o günden sonra azar azar küfretmeye başladım.

18 Kasım 2013

Neon

Harika görünüyorsun. Elbisen yeni mi? Sana içecek bir şeyler ısmarlasam? Dans pistini vurmamıza gerek var mı? Sende bir şeyler var. Daha fazlasını istiyorsun, farkındayım. Hadi gidelim.

Biliyoruz ki, güneş battığı sürece neon elimizdeki tek şey. Üstelik tüm yalnız insanları çağırıyor. Gece devam ettiği sürece, yeni şarkılar deniyoruz. Yalnız insanlardan olmayacağız.

Çok beklenmedik oldu. Keşke özenli bir şeyler giyseydim. Nasıl olduğumu mu soruyorsun? Daha iyi günlerim oldu. İçecek daha hoş şeyler vardı. Hadi dans edelim. Modumda değilim aslında, tatlı olsan bile.

Burayı biliyoruz, parçaları biliyoruz, renkleri, nelerle karşılaşacağımızı biliyoruz. Sürprizlere yer yok, daha önce gelmiştik, daha önce yapmıştık, ipler bizim elimizde. Hadi gidelim.

Biliyoruz ki, güneş battığı sürece neon elimizdeki tek şey. Üstelik tüm yalnız insanları çağırıyor. Gece devam ettiği sürece, yeni şarkılar deniyoruz. Yalnız insanlardan olmayacağız.

29 Ekim 2013

Mahallemizdeki Meliha Teyze

Buraya ilk taşındığımız 2005 yılından beri bilirim kendisini. Bizim mahallenin aşağı tarafında oturuyor kendisi. Kırklı yaşlarda, eşinden boşanmış, bir kızı bir de annesi olan kadıncağızdı. Yalnızlık kelimesinin tarifi bile diyebilirim. Aradan geçen sekiz yılın getirdiği değişikliklerle cünüp bir yaşam sürmüş olacak ki şansı hiç yaver gitmiyor.

Buraya taşındığımız zaman ben beşinci sınıfa gidiyordum, yanılmıyorsam onun da lise çağlarında bir kızı vardı. Kızı okul dönemi babasıyla kalıyordu, tatillerde annesinin yanında kalıyordu. Meliha teyze de annesiyle birlikte yaşıyordu dubleks evinde. Yalnızlık canına tak etmiş olacak ki hiç evinde oturduğunu görmedim. Şahin arabasıyla birlikte annesiyle hep bir yerlere gider, gezerlerdi. En sakin günleri komşu ziyaretleri olurdu herhalde. O dönemde benim annem de babam da işkolik oldukları için pek Meliha teyzeyle iletişim içinde değillerdi ama ben onu tanırdım.

Birkaç yıl sonra hayatının merkezi haline getirdiği annesinin ölümü muhakkak Meliha teyze için bir yıkım olmuştur. Onsuz hiçbir şey yapmayan kadıncağızın onsuz neler yapacağını düşünüp boşluğa düşmesi ne kadar içten aslında. Eşinden boşanmış, şehir dışında yaşayan kızı ve yalnızlığı muhtemelen fobi haline getirmeye başlamış, canına tak etmiş olan Meliha teyze. 

Geçtiğimiz yaz mevsiminde mahallede kendisi hakkında pek iyi şeyler konuşulduğunu söyleyemeyeceğim malesef. Hiç haz etmediğim şeydir, birisinin arkasından kötü kötü konuşup yüzüne gülümsenmesi. Meliha teyze de o durumdaydı. Etraftakilerin onun hakkında şikayetçi oldukları şeyleri bilmiyorum, açıkçası arkasından yapılan dedikoduları da duyma meraklısı değilim ama herkes bir şeylerden şikayetçiydi. Sonradan aldığım duyumlara göre de ilaç tedavisine başlamış zannediyorum ki. Yine aynı dönemde bir arkadaşımla mahalledeki banklarda oturuyorken Meliha teyze geçiyordu yoldan. Ben iyi akşamlar dedim, o da iyi akşamlar oğlum deyip yürümeye devam etti. On beş, yirmi adım kadar daha ilerledikten sonra arkasını dönüp, "Burayı kazanmışsın okul için. Bölümün de güzelmiş, tebrik ederim." dedi. Hiç beklediğim bir atılım değildi Meliha teyzeden. Teşekkür ettim ben de. İyice uzaklaştıktan sonra arkadaşımın söylediği, aslında kendini küçük düşüren aşağılayıcı sözleri şu oldu, "Kafa temelli gitmiş, iki saat sonra jeton düştü".

Bugünkü haliyle muhtemelen elli yaşını geçmiş, hala işine gidip gelen bir memur olan ve sessiz evinin gün geçtikçe daha sessizleşmesini seyreden Meliha teyzenin, bir de çok ihtiyacı varmış gibi mahalle halkının arkasından konuşuyor olması benim onun için daha çok üzülmeme neden oluyor.

Biraz saçma ya da yetersiz bulabilirsiniz ama ben düşünüyorum ki, herhangi bir ilahi din gerçekten var olsaydı, böyle bir durum asla yaşanmazdı. İnsanlar yalnız yaşamazlardı, illa ki ruh eşleriyle bir yerlerde bir şekilde karşılaşırlardı. Bence bir insan hayatı boyunca ne kötülük yapmış olursa olsun yalnızlık kadar kötü bir şeyi hak etmez, edemez. Umarım sen de seni mutlu edecek adamla karşılaşırsın Meliha teyze, en yakın zamanda.

13 Ekim 2013

Giden Gelmiyor

Evcil beslemenin en büyük sıkıntısıdır, bir gün ayrılacağını biliyor olman. Ve bu durum yüzde doksan, sahibinin evciline veda etmesiyle son bulur. Nisan, 2011'de başıma gelen acı kaybın üzerine başka bir evcil beslememeye karar vermiştim ve bu kararımı bu yıl, tam 2 yıl sonraki 2013'te bozarak, daha küçük bir evcil olan hamster almıştım.

Kedimin ölümünde engel olabileceğim bir durum yoktu. Eceliyle öldü ve dava kapandı. Ardından onu çok sevdiğim battaniyeme sararak gömdük, ve o defter orada kapandı. Ondan sonraki bir aylık süreç ev halkının hiçbiri için eğlenceli geçmedi ama zamanla atlattık.

Hamster, daha küçük olduğu için ve bize seslenmediği için bir kedi bağlılığı oluşturmuyordu, evet. Ama evimizin büyük bir eğlence kaynağıydı kendisi. 

Aralık döneminde kesin olarak kararımı vermiştim bir hamster edinmeye. Hemen arkasından şehir dışındaki yazlığımızda olan hamster kafesini getirdim bir haftasonu. Hemen üzerinden eskimiş olan kafese sprey boyayla ayar çektim. Ondan sonra evin içinde koşturabilsin diye hamster toplarından aldım. Ardından talaşıydı, suyuydu, busuydu derken hamster dışındaki her şey hazırdı.

Beyaz hamsterlara hiç ısınamadım. Kırmızı gözlü olanlarına hele. Irkçılık yaptığımdan değil valla, bir vahşilik var çözemediğim. Ondan olsagerek. Ben de bir haftasonu şehir dışına çıkıp arkadaşım aracılığıyla oradan istediğim renklerde bir hamster aldım. İsmi ne olsun diye düşünüyorduk ki, arkadaşımın dahiyane fikri aracılığıyla Faruk koyduk.

Faruk eve geldiğinde henüz birkaç haftalıktı. Benden acayip korkuyordu ki kafesinden hiç çıkmıyordu. E öte yandan yeni ortamına alışmaya çalıştığı için sıkıntı yaşıyordu. Onlar bir yana, her gün bıraktığı talaş yığınının temizlikleriyle uğraşmak beni öldürüyordu. Bir insan her gün süpürge yapar mı odasına? Mümkün mü bu?

Birkaç haftanın sonunda benim haricimdei ev halkı da çıktığı yolculuktan dönünce yüküm biraz olsun hafifledi. Onların hamstera olan ilgisi sayesinde Faruk odamdan başka yerler de görüyordu ama yine de insanlardan müthiş korkuyordu.

İlk işim internetten yaptığım araştırmayla ele alıştırmak oldu. Birkaç haftada insanlara olan korkusunu yendi. Hatta elimize alınca omzumuza çıkmayı bile seviyordu. Bir süre sonra da hamster topundan kurtularak evde dolaşmaya başladı.

Haziran - Temmuz döneminde üniversiteyi şehir merkezinde tutturmam üzerine ben de babamın yanına yerleştim. E tabi Faruk'a ne olacağı soru işaretiydi. Başta dayımları uğraştırmak istemediğim için yanıma aldım ama daha sonra dayımların ricasıyla onlara geri bıraktım. Ben bu yakada sakin sakin okulumu okurken, Faruk o yanda dayımlarla birlikte hayatını yaşamaya devam ediyordu. ( Bak böyle söyledim tüylerim ürperdi :/ )

Bayram tatili vasıtasıyla ziyaret ettiğim dayımlarda henüz ikinci günümdü ki, bu sabah acı haberle yüzleştim. Balkon kapısının arasında sıkışan kızım, minik kızım Faruk, burnundan akan kanla birlikte gözleri açık bir vaziyette aramızdan ayrıldı.

Buket'in bir anlık geçirdiği şokla birlikte ağlamış olması beni çekilmesi daha zor bir durumun içine itti. Önce onu sakinleştirdim, daha sonra bulduğum bir bezin arasına aldığım Faruk'u önce suya tutarak temizledim, daha sonra yerdeki kanlarını temizledim. "Onu ben sıkıştırdım" serzenişleriyle kendinden geçen Buket'i salona gönderdikten sonra Faruk'u aynı kararlılıkla iki yıl önce kedimi gömdüğüm yerin yarım metre kadar mesafesindeki toprağı kazarak bu yeri de Faruk'un bedenine adadım. Üstünü güzelce örttükten sonra vazifemi tamamlayınca, Buket'i yatıştırmak üzere bahçeden ayrıldım.

Alışkanlıklardan bir anda vazgeçilmez mesela. Sigarayı bırakanlar şak diye bırakmak yerine günden güne dozajını azaltırlar. Evcillerde böyle bir şansınız olmuyor işte. Gitti mi bir anda gidiyor. Bugün Buket, Faruk'un kafesini temizlerken o kadar ağladı ki ben ölsem arkamdan bu kadar üzülür müydü, şüphe ettim doğrusu.

Uzun lafın kısası, bugün aldığım kararla birlikte uzun vadede besleyeceğim bir evcilim olmayacak. Hatta mümkünse (ki olmadığını biliyorum) bir daha evcillere el uzatmayacağım bile. Ama hayvan sevgisi, yalnızlık korkusuyla bir araya geldiği zaman olmayacak şey yok tabi. Ruhların varlığına inansaydım biraz daha teselli olurdu ama artık o kendi varlığını temsil edemiyor, bizimse sadece fotoğraflarımız ve anılarımız var.

Hoşçakal Faruk.

23 Eylül 2013

Beş Yılın İlk Günü

Konsepte uygun olması temennisiyle, konsepte uygun bir coğrafyadan şarkıcıyla başladık günümüze.


Zamandan alacağım kaybı en asgariye düşürmek amacıyla her şeyi not ettim. Örneğin evden fırına yürüyerek sekiz dakikada varıyorum. Saat tam yedi buçukta şehiriçi geliyor (tabii şehiriçi için erken bir saat, çünkü dersler sekiz buçukta başlıyor). Okuldan fakülteye yürüyüş mesafesine dair en ufak bir fikrim bile yok.

Sabah serzenişlerim
Sabah yeni yeni öğrenciler bilmem neler ortalık ana baba günü olur diye bekliyordum ama beklenenin aksine sakindi. Hatta hazırlık sınıfının yarısı gelmemişti bile. Almanca öğretmenliği hazırlıklarını iki gruba ayırmışlar. Ben de balık hafızama güvenmeyerek bulunduğum grubu avcuma bile yazmıştım.
Özlem'e nispeten çektiğim bir kare
Bizim derslik ta ebesinin şeyinde üçüncü katta. Sabah sabah kimse görünmüyor zaten ortalıkta. Hazırlık binasının liselerden hiçbir farkı yok. Biz YGS'yi, LYS'yi lise anılarımız depreşsin diye mi kazandık rektör bey.


İlk gün ders olmaz mantığı burada da işliyormuş, hem de iliklerine kadar. Beş tane fakülte hocası doluştu bir sınıfa. Başta bir havalar bir havalar aralarında Almanca konuşmalar etmeler görseniz zannedersiniz Alman vatandaşı seyahate gelmiş. Neyse heveslerini alsınlar nerde bulcaklar daha böyle Almanca bilmeyen kıt kitleyi bir sene boyunca.

Efendime sorayım sonra aralarında tıfıl, küçük olan derslerin işleyişini falan fistan anlatıyo da anlatıyo. Aklımda kalanlar,

- Derse 5 dk geç kalırsak kapıda beklicez (hatta bu maddeyi kırmızılaştırmak istiyorum, altın kural)
- Her hafta bir yazma konusu verilecek
- İki haftada bir sınavlar olacak
- Dersi aksatan zincirleme her şeyi kaçırır
- Pazartesi, Perşembe, Cuma 8:30 - 13:30 arası, Salı ve Çarşamba 8:30 - 16:20 arasıymış
- Beş farklı alanda aynı anda eğitilecekmişiz (konuşma-yazma-grammer/kelimeden gerisini kategorileş-tirmek çk anlamsız bence)
- Hayatımızda atmadığımız kadar imzayı bu yıl atacakmışız (Ananem bilmediğiniz yerlere imza atmayın derdi)

Neyse efendim, sekiz buçukta başlayıp onda biten bu eziyetli saatlerin sonucunda kampüsü dolaşma adı altıyla serbest bırakıldık. Şayet kampüs gezisini ilk günden yapmadım çünkü saatin verdiği etkiyle de birlikte hava cehennem gibiydi. O sıcakta o kadar yokuş çıkıp kampüs mampüs yapamazdım. Ama kütüphaneyi merak etmiyo değilim. Önümüzdeki günlerde tanışma şerefine nail oluruz heralde.

21 Eylül 2013

Felaketler Bize Tıs


Bugün okuduğum bir yazıda uzmanlar gelecek 70 yıl içerisinde meydana gelebilecek felaketleri ve etkilerini araştırmış. Arkadaşlar tek biri dışında hiçbirinde insanlığın kaybolma oranı %100 değil. Bu sebeple hepsi için hayatta kalan kesimde bulunmanız yönündeki önlemlerimi sunacağım sizlere.


Uzmanlarımız, atmosferde biriken gazlar nedeniyle sıcaklığın iki derece artacağını ve bu da gıda stoklarında ciddi problemlere sebebiyet vereceğine parmak basmışlar. Olasılığı yüksek olarak nitelendirmişler ve böyle bir durum dahiliyetinde %60'lık bir nüfus düşüşü olacağı saptanmış Şayet derin dondurucularımıza önceden tedbir olarak gıdayı doldurursak ve kilerlerimizi bozulmaya yüz tutmayan bisküvilerimizle, çikolatalarımızla donatırsak gıda problemini teğet geçeceğimiz aşikâr. %40'a hoşgeldiniz.

Samanyolunda bir gezegenin patlamasıyla Dünya yeniden buzul çağa merhaba diyebilirmiş. Düşük bir olasılıkla yok olacak tehdit altında %40'lık bir dilim mevcut. Şayet sıkı sıkı giyinirseniz ve ısınma sorununuzu elektrikli sobalarınızla (bunun garantisi için de evinize bir jeneratör şart) hallederseniz, %60'lık kesime hoşgeldiniz.

Bir meteor çarpmasına dikkat eden uzmanlarımız, olasılığı orta olarak değerlendirirken, bu durumda insanlığın %50'si yok olacakmış ve sonuç olarak yine buzul çağ işaret ediliyormuş. Buzul çağ için ısınma sorununuzu size üstte lanse ettim. Şayet meteor yaşadığımız coğrafyaya düşmezse daha görecek güzel günleriniz var demektir.

Olasılığı düşük olan nükleer savaşa dikkat çeken uzmanlar, bu durumda insanlığın %80'inin yok olacağını söylüyor. Şayet bu çoğunluğa dahil olmak istemiyorsak Dünya barışını savunup kardeşçi propagandalar yaparak Dünya medyasını ayağa kaldırmamız gerekebilir.


Akıllı robotların hakimiyetine yüksek olasılık tanıyan uzmanlar, insanlığın %80'inin tehdit altında olacağına işaret etmiş. Arkadaşlar günde 100 soru matematik, 50 soru geometri, 80 soru da mantık çözerek robotları alt edeceğimize inanıyorum. Akıl akıldan üstündür diye boşuna söylememiş atalarımız.

Son yıllarda AIDS, SARS gibi hastalıkların artması, insanoğlunun yeni türeyecek hastalıklarla boğuşmasına sebebiyet vereceğini söylüyor. Olasılığı çok yüksek olarak belirtilen bu durum insanlığın %30'unu tehdit ediyor. Elimize kolumuza sahip çıkıyoruz, her sakallıyı dedemiz sanmıyoruz. Uslu uslu oturuyoruz ve %70'e dahil oluyoruz.

50,000 yılda bir faaliyete geçen süper volkanların tekrar patlaması da ihtimaller dahilindeymiş. Olasılığı çok yüksek olarak lanse edilen bu felaket, insanlığın %70'ini tehdit etmekteymiş. 300 kişilik bir ekip kurup uçak kiralayacağız. Volkanlar patlayınca havada dolanıp sakinleşince yine aşağı ineceğiz. Ekibime dahil olmak isteyenler mail atabilirler.

Bir de karadelik vakamız var. Eğer bir kara delik Dünya'yı içine çekerse insanlığın %100'ü yok olacakmış. İçinizi rahatlatacaksa, ihtimaller çok düşük olarak lanse ediliyor. Şayet bu çok düşük ihtimale yakalanırsak


Şunun üzerinde ise çalışmalarım devam ediyor,

18 Eylül 2013

Giden Gelmiyor

Son zamanlarda tavan yapmış olan can sıkıntım ve aşırı yoğunlaşmış boş vaktimin akabinde her şeye vaktim yetiyor. Geçen defa son 5 yılımı değerlendirip Yapılacaklar ve Yapılmayacaklar adı altında bir liste hazırlamıştım. Hatta bundan kısa bir demeç önceki yazımda yer vermiştim. Onun da devamının geleceğini belirtmiştim.

Bugün Özlem'in her dakika Arrow serzenişlerinin üzerine ilk bölümünü indirirken bir taraftan da izlediğim eski dizilere ve sevdiğim karakterlere, favori çiftlerime bir göz attım. İzlediğim/izlemekte olduğum dizilerin şöyle küçük bir listesini çıkarmak gerekirse,

Modern Family
How I Met Your Mother
Desperate Housewives
Fringe
American Horror Story
Under The Dome
Kyle XY
The Secret Circle
Gossip Girl
Please Like Me
My Mad Fat Diary
The Fades
Orphan Black
Devious Maids

Favori 5 Çiftim

5. Rachel & Finn (My Mad Fat Diary)

Platonik takılan arkadaşlar buraya toplanabilirler. Akıl hastanesinden çıkmış, özgüveni yerlerde gezen, kendi dünyasında mutlu olmaya çalışan ve defalarca arkadaşlarının önünde küçük düşürülmüş olan Rachel'ın onu fark etmeye bile tenezzül etmediği birini etkileme başarısına sahip olmuş kızımızın hikayesi.



4. Cameron & Michael (Modern Family)

Bir sitcom komedi dizisinde temsil edilebilinecek en neşeli aileyi sunuyorlar seyircilere. İkisinin de karakter olarak tam zıt dünyalarda yaşıyor olmasına rağmen birbirleriyle bulundukları uyum ancak bu kadar akıcı lanse edilebilirdi.



3. Julia & Barbie (Under The Dome) DİZİYLE İLGİLİ KÜÇÜK SPOILER İÇERİR

Açıkçası hiç özelliği olan bir çift değiller. Julia, onu ilk gördüğümden beri favori karakterim olmuştu. Hem turuncu saçları var, hem de sesi çok güzel. Üstelik gazeteci. Bir kızın sahip olacağı tüm çekicilikleri ultra seviyede kendinde barındırıyor olması Julia'yı oldukça el üstünde tutuyor. Barbie dediğimiz, gerçek adını hiç sunmayan karakterimiz de dizinin başında Julia'mızın kocasını öldürüyor ve daha sonra Julia'ya çakıyor. Bilmem, enteresan bir ilişki bence.



2. Serena & Dan (Gossip Girl)

Bu değerlendirmemi sadece birinci sezona bağlı kalarak yapmak istiyorum. Şayet dizinin ergen dizisi olması hesaba katıldığında çok şaşırtıcı olmayarak ikinci, üçüncü ve dördüncü sezonunda yapımcıların izleyiciye lanse ettikleri tek şey Serena'nın sinir bozucu hal, tavırları ve Dan'in bahtsızlığıydı.

İlk sezon boyunca Dan, yıllardır platonik olduğu kızla tanışma fırsatını bulmuş ve daha sonra birlikte bile olmuşlardır. Bir yıl boyunca yaşadıkları tatlı, güzel aşk hikayelerinin neden bittiğini bile hatırlamamamla birlikte ilk sezon boyunca izleyiciye çok güzel sahneler sundukları su götürmez bir gerçek.



1. Lynette & Tom (Desperate Housewives)

Sekiz sezon boyunca bazı sahnelerde ağladığımı bile söyleyebilirim. Hayatımda gördüğüm en uyumlu, en tatlı, kıskanma potansiyelimin tavan yapabileceği ve hayalimdeki evliliği yaşayan tek çift (beş çocuk sahip olmaları dışında). Sürekli atışıyor olmaları bile ayrı bir keyif veriyor izlerken bana.



Tom işten ayrıldığında bulduğu çözüm yolu Lynette'in işe girip kendisinin ev işleriyle ilgilenmesi, Lynette'in bulduğu işte yaşadığı küçük heyecanlar ve edindiği çocuksu rekabetler, Lynette kanser olduğunda Tom'un ona gösterdiği destek, Lynette'in çocukları için yaptığı fedakarlıklar, her sorunu ustaca çözmesi ve daha sekiz sezona sığdırdıkları nice gelişmeler.


Sırf bu çift için bile izlenebilecek bir dizidir.

11 Eylül 2013

Yanlış Arkadaş Tercihleri

Bir aydır koruduğum sükunetimi bu gece bozmaya karar verdim. Bir bir günleri sayarken tatilin de yavaştan sonuna yaklaşıyoruz. Derslerin başlamasına tamı tamına 11 gün var ve ben kendimi hiç hazır hissetmiyorum. Daha çok "motive olmuş" mu dersiniz, yoksa "hevesli" mi adı her ne ise, işte ondan hissetmiyorum.

E bu da doğal olarak bolca düşünmek için zaman tanıyor. Birkaç gündür ortaokuldan ve liseden beri edindiğim iyisiyle kötüsüyle arkadaşlarımı düşünüyorum, yaptığım hataları ve yanlış tercihleri düşünüyorum ki aynı hataları üniversite ve sonrası hayatımda tekrarlamayayım.

Bunları düşünürken ise trajikomik bir şekilde elde edindiğim tüm yanlış arkadaşlıklarımı, gelişmeleri ve sonuçlarını aktarmaya karar verdim. Tabi her yazımda olduğu gibi bu defa da isimler gerçeğinden saptırılacak.

İlk yanlış tercihim, erken olmasına rağmen belki de en yanlış tercihim sekizinci sınıfa başladığım yeni okulumda başıma geldi. Okulun ilk günü ilk adımını attığım bir hataydı. Tek bir boş sıra vardı, e haliyle Hilal'in yanına oturmaktan başka çarem yoktu.

Gel zaman git zaman sınıftaki üç beş kişinin uyarılarına kulak asmadım. Söylediklerine göre para, küçük eşyalar falan çalıyormuş ve defalarca yakalanmasına rağmen hep özür diliyormuş. Şimdi o sözlere bakıyorum, bir de tanıştığım Hilal'e bakıyorum, hiç inandırıcı gelmiyor. Tamam lüks içinde yaşamıyorlardı, belli başlı sıkıntılar içerisindelerdi ama "Hilal"in hırsızlık yapmış olma olasılığı hiç mi hiç mümkün gelmiyordu. Ta ki benim başıma gelene kadar.

Bir öğle vakti sınıfta ikimiz oturuyoruz. Ben önceki günden bayağı uykuluyum, sıraya başımı dayamışım. Hilal'in masumane bir isteğiyle kantine gidip su aldım. Sınıfa döndüğümde bu tam kapıdan çıkmak üzereymiş. "Acilen gitmem lazım, kardeşim çağırdı. Öğleden sonraki derse geleceğim" filan derken arada kayboldu gitti. Tahmin edeceğiniz üzere öğleden sonra da gelmedi.

O gün okuldan çıkarken bir de fark ettim ki telefonum çantamda yok. O kadar karıştırıp kurcaladım, kitapların arasına kadar baktım telefonun t'si kalmamış. Tabi ne olduğunu tahmin etmem çok uzun sürmedi.

Ertesi gün onu yakaladığımda açıkça itiraf etmesini istedim. İtiraf ederse olayı uzatmayacağımı söyledim ama inkar edip ağlamaya başladı. Bir yandan kuşkuluyum, acaba haksızlık mı ediyorum diye ama diğer yandan çalmışsa itiraf ettirmenin tek mümkün yanı baskı kurmaktı. En son kısmen blöf katarak yer tespitiyle baban hapislerde çürür eğer çalmışsan. Söylemen senin yararına olur, filan fistan konuştum. En sonunda itiraf etti, teyzemi aramak için almıştım (yav he he) yarın getireceğim falan dedi. Söylediği üzere bir sonraki gün getirdi ama (o zamanlar liraya geçilmemişti, kontör vardı) yeni yüklettiğim 100 kontörümü de sonuna kadar sömürmüştü.

İkincisi aslında pek hata olarak nitelendiremeyeceğim bir arkadaşlıktı. Yani o kadar da şikayetçi olduğum bir durum değildi ama hiç tanışmasaydım benim için daha iyi olurdu muhtemelen.

Arda'yla üçüncü sınıf başlarken tanıştım. Kısa sürede bayağı iyi anlaşmaya başladık, hatta taşındıklarında bizim eve çok yakın bir yerde kiraya girmişlerdi. Kaldı ki bütün problemler bundan sonra başladı. Artık okul dışında da görüşmeye başladığım Arda, beni neredeyse her akşam bir yerlere götürüyordu. Aslında amacı ona göz kulak olacak birine ihtiyaç duyuyor olması. Çünkü gittiği yerlerde suyunu kaçırarak içiyor ve kendini kontrol edemiyor. Bir de o halde eve gitseydi ailesiyle ciddi sıkıntılar yaşardı, ailesi harçlığına el bile koyabilirdi. Tabii evi bize yakın olunca ve ailesi de beni tanıyor olunca bize geldiğinde hiç sıkıntı olmuyordu. Hafta içi çok gecikmeden dönerdik çünkü ertesi gün okul olurdu ancak Cuma ve Cumartesi günleri asla söz dinlemezdi. Gittiği yerlerde birinci şişeyle başlar, saat iki buçuk, üç, bazen sabahı bulduğumuz da oluyordu. Gözünün önünü bile görmüyor, ne mümkün yürümesi. Bir taksi çağırıp bize götürürdüm genelde. Dayımın yatağına yatırırdım sonra da kafamı dinlerdim kendi odamda. 

Birkaç ay böyle bir döngü takip etti. İşin memnun olduğum tarafı, hayatım çok sıkıcı sayılmazdı. Neredeyse her akşam bir yerlere gidiyordum (her ne kadar ben içiyor olmasam da hayatıma sosyallik katabiliyordum), bir de birine göz kulak olmanın verdiği sorumluluğu benimsemek nedendir bilinmez beni mutlu ediyordu. Bu konudaki ilk pürüz, dayımın Arda'yla görüşmeme müdahale etmesiyle başladı. Arda'ya güvenmediğini ve başımın tehlikeye gireceğini söyleyip duruyordu. Ben kendimi kontrol edebildiğim için kendime güvenerek Arda'yla görüşmeye devam ettim tabi. 

Arda'yla uzun süredir görüşmüyorum çünkü babasının tayininin çıkmasıyla artık aynı şehirde değiliz. Ancak Arda'yla olan arkadaşlığımın nasıl son bulduğu da büyük bir olay. Hatta şu anda bile etkileri devam ediyor diyebilirim. Ancak yazma kotamı doldurduğum şu dakikalarda tek bir kelime bile yazmak istemiyorum. Arda'yla 2012 Mayıs'ta başıma gelenleri başlı başına bir konu olarak daha sonra yazmayı düşünüyorum.

Özetle çıkarmamız gereken sonuç şu ki, arkadaş seçimlerinizi doğru yapın ki üzülen taraf olmayın.

14 Ağustos 2013

Ağustos'un En Renkli Mekanı: Okul Bahçesi

“Geçtiğimiz iki ay boyunca 'lise mezunu' vasfıyla yaşıyorduk. Mezun olduktan sonra, üstelik yaz tatilinde ve üstelik en sıcak zamanlarında, burnumuzun ucunda Marmaris, Gökova ve hatta Bodrum dururken, ne halt etmeye okula geliyoruz?!”
Benim penceremden bakıldığında, bu sıcakta yapılabilecek en mantık dışı davranış okula gidip bir de hiç haz etmediğim bir futbol turnuvasını izlemek. Hayatında istisnai sayılı birkaç durum dışında hiç futbol oynamamış bir insandan yılın en sıcak zamanı, üstünde bir gölgelik bile olmayan çölvari bir yere çağırarak maçta tezahürat yapmasını istemek, akıllara gelebilecek ultimate düzeyde büyük bir cesaret. Sonuç olarak üstte lanse edilen soruya yanıt hiç gecikmeden geldi.
“Mehmet'i, Esen'i kim destekleyecek?”
Saçma sınıf arkadaşlarım yıl boyunca diğer sınıflarla anlaşarak yazın kullanılmayan verimsiz futbol sahasını değerlendirmek sıfatıyla kendi arasında turnuva yapıyorlar. İlk yıl sınıfımızın edindiği sonunculuğun sonrasında ikinci yıl kimse gönüllü olmadı. Üçüncü sınıfta, sınıfın köklü oranda kadrosunun değişmesiyle turnuvalara geri dönen ekibimiz, üçüncülüğe yükseldi. Bu yıl ise sahalara veda etmek üzere son defa kendini sergiliyor.

Futbol ekibi bundan memnunken işin çilesini çekmek tezahürat tutması üzerine tutulan bizlere kalıyor. Ama onların sıcakta futbol oynama olayı, bizim tezahürat tutma olayımızdan daha mantıksız. O yüzden onları üstelemiyorum. Ama tezahüratçılar olarak benim, Uğur'la ve Uğur'un evcil hayvanı vasfındaki Yiğit'le yanyana olmam, içinde bulunduğum işkencevari durumu üçe katlıyordu.

Uğur ve Yiğit'ten söz etmek gerekirse, özünde birbirinin tamamen zıttı iki kişidir kendileri. Uğur şakacı, komik, esprili, ortamlarda sevilen renkli bir kişiliktir. Bir kafeye oturmaya gitseniz, bardağın içindeki buzdan bile milyon tane anlam çıkararak sizi gülmekten kırıp geçirebilecek bir potansiyele sahiptir. Yiğit ise Uğur'u kafanızda canlandırdığınızda kafanızda canlanacak karakterin tam zıttı. Çirkin kompleksi yüzünden rahat konuşamayan, kendini ifade edemeyen ama tek eksi yönünün bu olmadığı (her ne kadar "çirkinlik" durumunu bir eksi olarak görmesem de) biridir. Çünkü muhabbet kapasitesi kendi içinde fazlasıyla kısıtlıdır. Liste yapmak gerekirse,

- Karı kıza laf atma
- Hocalara küfretme

Her ne kadar Uğur'un neden Yiğit'le arkadaş olduğunu anlamıyor olsam da, Yiğit'in sürekli hakaret etmeden, sürekli tartışma ortamı yaratmadan iyi geçinebildiği tek kişi Uğur olduğu için Yiğit'in Uğur'la neden arkadaş olduğunu fazlasıyla anlayabiliyorum.

Günün sonunda, okuldan ayrılırken aklımdan geçirdiğim tek şey, hayatımın kalan 30 yılı boyunca Uğur'u ve Yiğit'i en azından yanyana bir daha görmek istemediğim ve milyonda bir oranda ilgimi çekmeyen futbol turnuvalarına Ağustos'un en sıcak zamanında katılmanın bir daha tekrarlanmayacağından emin olmaktan başka bir şey değildi. 

10 Ağustos 2013

İkinci Kişi Olmak - Tilki Maskesi

Bi insanın başına gelebilecek, egosunu ya da özgüvenini yerlere alacak türden bir şey olsagerek ikinci kişi olmak.  Hele bir de sizi ikinci kişi yapanın üzerinizde az da olsa bir emeği, bir çabası ve size kattığı şeyler varsa, o kişinin ihanetini görmek sizi yerden yere vurur. Daha kötüsü de hala ona olan bağlılığınızı hissediyor olmanız, hala ondan kopabilecek, bağımsızlığınızı ilan edebilecek kıvamda olmuyor oluşunuz. İşte bunlar insanı yiyip bitirebilecek mümkünata, potansiyele sahip şeylerdir.

Durum değerlendirmesi... Şüphesiz eksik taşları fark etmeye yarayan en önemli faktör, durum değerlendirmesi yapmaktır. Önce kendinizi düşünürsünüz, yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı, karşı tarafın beklentilerini. Eğer elinizden geleni yaptıysanız ve kendinizde bir hata bulmuyorsanız sorunun kaynağı bellidir, karşı tarafın elinizde olmayan şeyler üzerinde kurduğu hayaller, edindiği beklentiler.


Çok uzun ve çok eski bir geçmişimiz yok, bunu reddedemem. Ama geçirdiğimiz kısa-vari zaman boyunca yaptıklarımız azımsanacak ya da hiçe sayılacak türden şeyler değil, kesinlikle değil. Birbirimiz hakkında hiç kafamızda soru işareti kalmasın, teması üzerine bir yerde yemek yedik, sohbet ettik. Kendisi o kadar ileri gitti ki, eski ilişkilerinden bile bahsetti. Görmedim, e zaten kör olmaktan bahsetmiyor muyuz? 

Çok zaman geçmeden ikimizin de niyet ettiği aşamaları geçtik, mutluluğumuzu kendi çerçevemiz dahiliyetinde yaşadık yaşayabildiğimiz kadar. İki buçuk hafta aynı ofiste çalıştık, öğle aralarında gizli kaçamaklar yaptık, sakarlığım sebebiyetiyle başına açtığım dertler yüzünden defalarca hastanede sabahladık, son zamanlarda yaşadığım tüm aksiliklerin üstüste binmesi ve artık patlama noktasına gelmiş olduğum bir akşam vakti "Senin günde üç doz bana ihtiyacın var" diye mesaj atıp bir hafta benimle kalması ve daha aklıma gelmeyen niceleri... Bunların hiç birini unutamam çünkü bunları unutursam kendime olan saygımı yitirmiş olurum. 

Benim her ne kadar kendime ve onunla sahip olduğum ortak anılara saygım olsa da, onun bu noktada kendisi için benimsediği bir şey olmamış olacak ki daha iyi alternatiflerini değerlendirmekten çekinmemiş. Tüm bunların üzerine, ikinci kişi olarak ilişkinin sonuna yaklaşılmış biçimde enkazdan kalkıp ayakta durmaya çalışan bir insan hayal edin. Milyonlarca yıldır her derdi çözen zaman, buna da el atacak, zamanla.

7 Ağustos 2013

Çocukluğumun Kirli Detaylarından

İyi eğlenceler çocuklar.

Bugün size güzel haberlerimle geldim. Neredeyse bir yıl aradan sonra tekrar blog yazmaya başladığım haberinin yerini hangi güzel haber tutabilir ki?

Dönüşümün şerefine küçük bir itiraf yapmak istedim. Hümanist, eşitlikçi, toplumda sınıflaşmalara sonuna kadar karşı durmuş ve bunun için yürüyüşlere katılmış olan benim aslında küçüklüğümde nasıl çirkef, nasıl bencil, nasıl düşüncesiz biri olduğumu öğrenmenizin zamanı geldi.

İsim vermek istemiyorum, o yüzden olayı anlatırken kullandığım isimler sonuna kadar feyk. Üçüncü sınıftayken dönemin ortasında sınıfımıza yeni bir çocuk gelmişti. Sınıfta sıra sayısı ne eksik ne de fazlayken sınıfın kısa boylularından benimle Ece'nin yanına oturulması istenen arkadaşımız Cihan'la birlikte üç kişi bir sırada geçinmeye çalıştık.

Bir süre sonra Cihan arkadaşımın tuhaflıkları olduğunu anlamaya başladım. Kendiyle ilgili pek bi haltlar bilmiyoduk. Zaten çok konuşan bi tip de değildi. Bi şeyler sakladığı aşikârdı. Ama aramız iyiydi. Sıra arkadaşım olması vasfıyla aramızda bir iletişim söz konusuydu. Bi gün bu beni evlerine davet etti. Otururuz konuşuruz falan diye konuşurken sözleştik bi gün gidelim dedik.

O gün bu arkadaşımızın evine gittiğimde anladım ki aslında bu arkadaşımın hepimizden sakladığı sırrı fakir olmalarıydı. Ben hiç renk vermedim tabi, gayet güzel bi kaç saat geçirdikten sonra bana verilen sürenin dolmasıyla evime doğru yol almaya karar verdim.

Aradan bi kaç hafta geçmişti. Benim de birinci sınıftan beri en yakın arkadaşım Murat'tı. Bu geçen sürecin sonunda Cihan, Murat'la yakınlaşmaya başladı. Ben küçükken çok pis kıskanç bi insandım, öyle böyle değil. Bi de nazım vardı ki hiç sormayın. Neyse efendim, Cihan'ın Murat'ı benden almaya çalıştığını düşününce ben Cihan'a düşman kesildim. Saniyesi ile aramızdaki iletişimi kopardım, tripler bilmem neler derken aramızda uçurum oldu.

Bizim okulun yan tarafında bi ana okulu vardı. Ana okulunun bahçesinde de bi kreş vardı. Biz de her öğle arası bir buçuk saatlik aralarda bu kreşe giderdik. Bi gün bu da geldiğinde Murat'la arama giren Cihan'ı bizden soğutmak suretiyle fakir olduğunu söyledim. Masum arkadaşım Cihan da hayır biz fakir değiliz diyerek inkar etmeye başladı tabi. Sonra bu buradan bi yardırdı, sınıfta, tenefüslerde benim yüzümden çocuğun adı fakire çıktı. Şu anda nasıl pişmanım hiç tarif edemem. Bu "fakir" arkadaşımla dördüncü sınıfta aramızdaki gerginliği anlatmam içten bile değil. Zaten konuşkan olmayan, çekingen, arkadaşsız bi çocuktu, bi arkadaş edinmek istedi benim yüzümden dışlanan biri oldu. Tabi çirkef, olaydaki kötü karakter olan ben her fırsatta ezmeye çalışıyodum. Ama neden? Onu bizden soğutuyodum ki Murat benle takılsın, onu istemesin.

Dördüncü sınıfın sonunda şehir dışına taşınmamız gerekçesiyle okuldan ayrıldım. Ondan sonra uzunca bi süre Milas'taki arkadaşlarımla görüşmedim. Tabi 2005 yılından bahsediyoruz, bilgisayarım var da internetim yok.

Yıllar sonra, ben liseye ilk başladığım senelerde Cihan beni feysbukta bulmuş eklemiş. O zaman epey konuştuk ama geçmişe mazi olurmuş ya hani o saçma sapan tavırlarımdan hareketlerimden hiç bahsetmedik. Bu arada benim hümanizmi benimsemem ve kafa yapımın bugünkü haline gelmesi lisenin birinci ve ikinci yılları süresince oldu. 

Cihan'la da konuştuk işte bayağı iyi geldi onla konuşmak. O da beşinci sınıftan sonra mı altıncı sınıftan sonra mı ne Sivas'a taşınmışlar. Artık neden taşındınız demedim ama kardeşinin feysbukunu karıştırıyodum annesi biriyle evlenmiş galiba. Çünkü ben Milas'tayken babası yoktu, onu da evlerine gittiğim gün fark etmiştim.

Artık ne zaman bu Cihan'a yaptığım anlamsız, bencilce eziyetleri hatırlasam çocuğun gelişim döneminde ona hasar vermiş miyimdir diye bir üzülürüm, bir pişman olurum. Keşke fırsatım olsa da o yaptığım şeyleri geri alabilsem, keşke fırsatım olsa da dokuz yaşındaki halime bugünkü düşüncelerimi yansıtabilsem, keşke fırsatım olsa da o halime bu yazıyı o zaman okutmuş olabilsem. Keşkeler birbirini kovalar ama geçmiş geçmiştir, asla değişmez.

Önemli olan hata yapmamak değildir, çünkü hatasız insan olmaz. Ama bundan ders çıkarmayıp yaşamımıza şekil vermezsek daha çok hata yapmaya devam ederiz ve ne kadar geç fark edersek verdiğimiz hasar o kadar kötü olur.

Zaman ayırdığınız için teşekürler genşler.